ANLAMIYORSAN, ANLAMI YOK...
Az sakin.
Sizi çok mühim biriyle tanıştıracağım.
Cesarete silah kuşananlar tutkularını
giyinmişlerdir üzerine. Zira tutku, cesaretin kılıcı.
Yaşamak; tutkulardan var olma biçimi, hayat da
tutkulardan yapılmış geniş bir zaman dilimi.
Tutkular için var olmayacaksak, niye varız
öyleyse?
Bir arkadaşım, biriyle beraberken, başka birine âşık olduğu ve ondan ayrılmak istediğini söylediğinde, en yakınları dâhil herkes tarafından öyle yalnız bırakılmış, öyle suçlanmıştı ki; ne yapacağımı, ortak çevremize ne tepki veremeyeceğimi bilmeden, durmaya çalışmıştım yanında.
İnanın ki bu durum, en az onun yaşadığı şey kadar zordu.
Sevgili Mrs. C.,
Sayende, hak etmediği suçlamalara maruz kalan birinin yanında olabildiğim,
olmaya çalıştığım için iyi hissettim kendimi. Seni okuduğum her satırda, hiç
beklemediğim bir yerde, sevdiğim biriyle karşılaşmanın sevincine sarıldım
sıkıca.
Gidene neden gidiyorsun diye sormamalı. Şayet biri gitmeyi göze almışsa
salıverin, gitsin. Kalması, gitmek istediği şeyi düşünmek olacak. Ve kalırsa,
hızla başka bir şeye dönüşeceksiniz onun gözünde. Elbette bazen kötü sonuçların
pişmanlığını yaşayacak ama gene de tutku duyduğu şeyin peşinden gittiği için
teselli edecektir kendini.
-İstedim ve yaşadım. Kendi seçimlerimin kurbanıyım ya da kahramanı?
Tüm kalbimle
söylüyorum ki, tutkusunun peşinden giden biri suçsuzdur benim gönlümde.
Hepimizin amacı yargılamadan dinlemek olmalı. Yargılamadan dinlemek…
Stefan Zweig, Bir Kadının Hayatından 24 saat isimli eserinde tam da bu
konuyu ele alıyor. Saplantılarımızın ve dayanılmaz arzuların sınırları
zorlanıyor adeta. Gözden kaçmaması gerekir ki psikolojik öyküler yorar
genelimizi. Bu yorgunluğun içine kurulan kelimelerle, bir sonraki bölümün
merakı uyanıyor zihnimizde. Bir okurun başına gelebilecek en muazzam
şey bu.
Zweig, bu yapıtı için 1920 sonlarında Avrupa’nın kibar tabakasının,
ikiyüzlü ahlak tavrına dikkat
çekiyor. Mekân için de gene konuya bağlı olarak muhteşem atmosferi ile Fransız
Riviera’sı seçilmiş. İlgili dönemin kaleme aktığı sosyolojik yapıya bakarsam,
bugünden farksız demeye şaşırmamak lazım, hele ki önyargılarla dolu bir sürü
fikir saklıyken zihnimizde!
Dinlemeden, kaçarak,
insanlar hakkında başka başka fikirler doğurarak içinde; çoğalanlar, ne yazık
size.
Sahip olduğu her şeyi öteleyip bir erkeğe bakışın, yabancı birine olan
cesaretin, kazanma hırsıyla dolu bir genci dizginleyişin, hatta bir kadının
merhametinin ancak bu kadar zarif anlatılabilir.
“Şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine
takılmasını, genellikle alışıla geldiğini halde onu gözlerle aldatmasından daha
dürüst bulurum.”
Zaman zaman bu öykünün Zweig değil de bir kadın tarafından yazıldığına
salık verdiğim oluyor. İnsan hemcinsinin yerine koyuyor da kendini, karşı
cinsle duygudaş olmak zor olsa gerek. Anne olmayan birinin, annelik duygusunu
anlaması mümkün müdür? Ya da dost olmanın ne olduğunu bilmeyen biri,
karşısındaki kişinin kalbinde Can bulmayı
ne kadar anlayabilir? Anlayabilir mi? Anlayamıyor.
Neyse, bu kadar konuşmuşken biraz olaydan da bahsedeyim size.
1900’lü yılların başlarında Fransız Riviera’sı kıyısında farklı milletten
burjuva sınıfına mensup insanların konakladığı küçük bir pansiyonda
başlar. Otele genç bir Fransız’ın yerleşmesi ile birlikte, sessiz sakin
hava tamamen değişir. Genç adam son derece yakışıklı, kibar nazik ve vakurdur.
Zengin sınıfta görülmeyecek kadar fazla erdeme sahip olması, özellikle
kadınların ilgisini çekmesine neden olmuştur. Lyonlu şişman bir iş adamının iki
çocuklu ve kendi halinde karısı, Henriette ile vakit geçirmeye başlayan genç
adam, küçük bir çay sohbeti ve akşam yürüyüşünden sonra Henriette ile birlikte
sırra kadem basar.
Genellikle monoton bir hayat yaşayan insanlar için böylesi bir durum kriz
etkisi yaratmış, sabahlara dek sürecek tartışmaların yaşanmasına neden
olmuştur. Otuz üç yaşında olan Bayan Herniette’in, iki çocuğunu ve kocasını
bırakarak henüz birkaç saattir tanıdığı bir adamla aniden ortadan kaybolması;
kimileri tarafından, sorumsuzca, kimileri tarafından da şuursuzca
değerlendirilirken, hiç kimse ona anlam vermeye, onu anlamaya çalışmamıştır. Mrs. C. dışında.
Hele ki otelde konaklayan Alman bir konuğun ”Bir yanda gerçek kadınlar
vardır. Bir yanda fahişe ruhlu kadınlar, Bayan Henriette bu ikinci tip
kadınlardan biriydi” yorumu, Stefan Zweig’in kitaba damgasını vuran,
en can alıcı tespitlerin yer aldığı şu muhteşem sözleri sarf etmesine neden
olur;
“Herkesçe malum olaya, bir kadın yaşamının bazı anlarında, kendi iradesi
ve denetimi dışında gizemli güçlerin etkisinde kalır şekilde olumsuz yaklaşmak,
aslında yalnızca kendi içgüdümüze ve doğamızın şeytani yönlerine karşı duyulan
korkuyu ifade ediyor.”
Devam eden tartışma boyunca yazar Henriette’i tüm eleştirilere karşı
savunarak yaşanan öfkenin sonunda ortaya çıkabilecek çirkinliğe işaret ediyor.
Bana kalırsa oradaki birçok insan Henriette kadar cesur değil ve tüm bu tepki
bu yüzden.
Tartışmanın gittikçe boyut değiştirmesinden endişe eden Mrs. C. uzlaşma
sağlamaya çalışır. Mrs. C., empati dolu yaklaşımından dolayı yazarla alakadar
olmaya başlar. İnsanlara karşı mesafeli olan bu kadın, zavallı ve mutsuz olduğu
anlaşılan Henriette’i küçümseme hakkını kendinde görenlere karşı çıkan yazara
hayranlık besler ve var olan tavrın ne kadar yanlış olduğunu, yaşadığı benzer
bir olayı anlatarak göstermeye çalışır. Oldukça başarılı olduğu, sonlarda
karşımıza çıkan kabulleniş tablosunda ölçümlenebilir.
Mrs. C.’nin bilgeliği; kumarhanede gördüğü kendinden yaşça küçük birine
duyduğu tutkunun onda bıraktığı dağ gibi izlerin sessizliği… Bugün kelimelere
böyle sakince dökülen adam, bir zamanlar Mrs. C. için tüm benliğinden vazgeçme
sebebiydi. Bazen tutkuya koşmak hata olabilir demiştim, Mrs. C. bu hatanın
kıyısından şansı sayesinde dönüyor. Ancak buradan çıkmaması gereken sonuç şudur
ki: Mrs C. kumarbaz bir adamın peşinden gitseydi dahi onu yargılama hakkına hiç
birimiz sahip değildik.
Hiçbirimiz hiçbirimizi yargılama cüretine sahip değiliz, bazen Can’ımız
yansa bile.
Özete hayatımıza dahil olup bir şekilde bin şeye eşlik edenleri buldum ben
bu öyküde. Bir de siz bakın istedim.
Zira, okuduklarımız gün gelir kocaman adam olur, çıkar karşımıza, bir daha
yapacak mısın diye sorar, illa.
Görüşmek üzere.
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Stefan Zweig, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları