Uyuyunca bir ihtimal güzel bir rüya görüyorsun. İyi
geliyor... Beni sana getiriyor. Her şey çok yavaş gözüküyor, ama öyle
değil. Hızla akıyor zaman. Dün duraksatıyor beni. Pencere kenarına çektim
yatağımı, çiçeklere su verdim. Hep kötü olacak değil ya, bu defa aramızdaki
mesafenin kederini dökelim gökyüzüne. Kim bilir seninle aynı uykunun eşiğinde
terimiz karışır birbirine.
Sahi Buğra, bunlar da olmasa, nasıl katlanacağız hıncına
esir olduğumuz bunca şeye?
ོ cevabını bekliyorum.
Görüşmek üzere.
Beyaz sabun kokulu kıyafetler, öfkeyle düzelttiğim
kravatım, iliklediğim düğmeler... İstikamet, bin ters -bir düz.
Çay kaşığının sesi otobüsün hareketiyle diniyor.
Yorgunluk, ayaklarımdan alnıma kadar.
Karnımdaki ağrı, cabası.
Ucu bucağı olmayan kesik kesik renkler, kirpiklerimde.
Daha ne kadar işitiyor olacağım bu kokuyu. Sonu olmamalı diyorum. Yana yakıla
geri dönüyor olmalıyım. Binlerce kötü ihtimalin eşiğinde senin biricikliğine.
Tıs… Tıs…. Kırmızı ışıkta duran arabalar.
İçimde yerle yeksan olmuş her şey, hiçbir koşulda nitelik
bulamayan, sere serpe ve bazen büklüm büklüm olan boşluk, hep olduğundan daha
da kırılgan.
Kimseler kadar başaramayan, bazıları kadar yalnız olmanın
gürültüsü, hızlı ve uslu.
Hayli fena. Bu defa garip, hiç dağılmıyor ve aynı zamanda
parça parça bedenim.
Gözkapaklarım canını yitirmek istiyor, nokta dediğim yerde
farklı bir başlangıç var mı… Olmalı. Olmalı…
Denizler büyük, balıklar çok, diplerinde bir şeyler var,
elbet varacağım. Uyanacağım, huzurla, koynunda.
Giderek belirsizleşen, kafa sesimle birleştirdiğim
harflerin kurduğu uzun cümleler, dursun ve döllensin içimde.
Uçurumda saçlarımdan sallandırdığım sonsuz arzu, varmadan
ağzıma yüzüme çarpan tuzlu su.
Tenimi kesen kum tanelerine ait sayıyı biliyorum. Düşe
düşe, düş niyetine. Niye?
Uykuda kalanlara lafım yok, farkında olmayanlara, canı
acımayanlara, beni anlamayanlara.
Ve hatta, bizi günah kılanlara. Ve hatta ve hatta!
Tam tepeden vuruyor karanlık, belirsiz bin şey dikleşiyor
arkamdan, hatmedilmiş hafızam her daim kandırıyor beni. Evlat deyip bağrıma
bastığım yaralar, büyüyor da büyüyor ağzımda.
Bilmek istemiyorum şu zamana kadar bildiklerimi. Boynunu
bükmesini bir çiçeğin, gözlerimdeki tuzu, kederime kalın puntolar bırakan
karmaşık çizgileri.
Gömleğime dökülen kahve tüm dikkati çekiyor üzerine.
Görebilmeye perde çekilen gözlerde ıslanıyor dudağım. Göğüslerimin arasından
göbeğime doğru sızan soğuk su, kocaman boşluktan başka bir şey değil ellerinin
olmadığı yerde.
Sokağına vardığımda kemiklerimdeki titremeye hâkim olmak
namümkün. Açmadığın telefonu alıp duvara çarpacağımı düşünüyorsun muhtemelen.
Sana sarılacağım. Kokunu çekeceğim içime. Yanına uzanıp
çıkaracağım lekeli kıyafetlerimi, seninle bütünleştiğim ve senle parçalandığım
uykularla uzatacağım saçlarımı. Yanından bir daha ayrılmayacağım.
Sokaktaki bütün çalgıcılar, bize ait bir masal anlatıyor
ısrarla. Hiçbir bakışa aldırmadan oturuyorum olduğum yere. Hemşire olduğunu
söyleyen biri yanaşıyor yanı başıma, göğsünün üzerine kelebek dövmesi kazılı.
Farkına vardıkça etrafın, tekrardan belirsizleşiyorum. Puslu gözlerime teselli
niyetiyle başım düşüyor inatla omuzlarıma. Bir şekilde devam eden adımlarım
sıyrılıyor kalabalığın arasından.
Çantamdaki anahtarlık, parmaklarımı teselli eden en büyük
şey.
Kapıyı açıyorum.
Karşımda yerle ilişkisini kesmiş ayakların.
Asıl şimdi tepetaklak hepsi. İlk defa bu kadar yalnızım,
senin yanında.
Sakinleşmemekte ısrar eden sesler, giderek daha da
cehennem. Söyleyemediğim her söze, ah…
Yanılgıya ve yasını taşımak zorunda olmaya asıyorum
yüzümü. Sevgiliyle başlayan cümleler, sevmeli olmuyor Buğra.
Denizle birleşemeyen toprağın hikayesi gibi, sona denk
olmayan bin boşlukta, okyanusa karışıyoruz.
Bıraktıkların, elbette kimine şifa. Peki sana. Bundan
sonra bana?
Dört kitaba da dokunamıyorum amma. İlla, iyi olana değmez
dünya.
Ağıtla acıya dönüşen bir köşede, etimde titreyen tuzlu
tadın. Ağladığımı bilsinler, üzüldüğümü, kırıldığımı, çaresizliğimi.
Yaşamadığımı!
Her şeyi yarım bırakana, gerçeğe, gerçeğine, şahit
bıraktığın balıklarla…
Dua. Dua. Sana. Sana.
So long!