Sahi, ben öldüğümde okuduğum kitaplara ne olacak?

 H   E   R    Y   E   R     H   E   R    Y   E   R   D   E 


Kitabevleri kalabalık değil hastaneler kadar. Gözlerimin önünden film gibi geçen metinler teselli ediyor beni.

 Sahi, ben öldüğümde okuduğum kitaplara ne olacak.

Onca hatıra, akla gelir mi tekrar.  Boğazıma tıkalı cümleler, titrek ellerimden savrulan uykular ve sıçrayarak uyanmalar, hepsi karmakarışık.

Her şeyden habersiz, karşımda oturuyor. Kızamıyorum, ilaçlarını ben kullansam, ne halde olacağımı tahmin bile edemiyorum.

 İnsan çocuğundan korkar mı? Ah!
Tanımıyor ki beni canımın içi. Bir bilse, bir hatırlasa…
Günün neredeyse her vakti, manzara bu.
Sırtım sıvazlansa, etrafa saçılsam 

p a r ç a  p a r ç a .

 
Biraz uzaklaşmak iyi gelir belki diye köye gitme kararı almıştım, öyle ani bir karardı ki büyük bir aptallık olacağının farkına sonradan vardım “Gelmen gerekiyor, hiç iyi değil” diyerek kapatmıştı telefonu Fatoş Abla, ne yapacağımı bilememiş, tozdan görünmeyen bir pencereye dalıp gitmiştim.
 
Beni bu dünyaya getiren kadın için bir yabancıydım, daha berbat ne olabilirdi!
 
Ellerimin titreyişi, hıçkırarak ağlamam dışında pek de bir şey yok bugünüme kalan.
Döndüğümde şehir, bana ait değildi. Yürüdüğüm sokaklar, oyun oynadığım parklar, ilk kez seviştiğim o mavi duvarlı bina ve nicesi, çok ama çok yabancıydı. Çiğ et kokuyordu her yer. Koca hastane annemin çığlıklarıyla yıkılacak gibiydi. Kapıdaki iri kıyım güvenlik görevlisi, ne yapacağını bilmez halde “kadın bir bakıcı bulmamız gerek” diyordu ısrarla. “Bakıcı yok. Teyzem de halam da yok” deyip çat diye açtıydım kapıyı.
 
Annem, giydiklerini çıkarmış avaz avaz bağırıyordu.
Olmayan kovanın içine kilodunu batırıp beni okutmak için temizlediği evlerin, tuvaletlerini ovar gibi ovalıyordu her yeri. Sarkmış göğüsleri, şişkin göbeği, büzülmüş kalçaları, bezin çıkardığı hışırtı silinmiyor hafızamdan.
 
Güçlü olmalı, dimdik ayakta kalmalıydım.
Oysa onun gibi yerlerde sürünesim, sesimi kaybedene kadar bağırasım vardı.


Bunlara sebep olan adam, neredeydi acaba, kiminle sabahlıyordu?
 
Zar zor giydirmişler kıyafetlerini. Önünde diz çöküp ellerini tuttum, elleri taş…
Çok kötülerini gördüm derdim, ama sanırım o gün en kötüsüydü. Sonrasında günlerce uyuttular zaten, yapacakları başka bir şey olmadığını ekleye ekleye. Günlerce…
 
İyileşmek mi, hak getire.
 
Keşke değişseydi bir şeyler, yoldan çıkan değil de yola gelen olaydı ne vardı.
Kimselerin anlamadığı, karşımda put gibi oturan kadını, en iyi ben anlıyorum.
Dökülen saçlarını, aldığı kiloları, herkesten kaçıyor olmasını, kimseyi tanımak istemeyişini, en iyi ben.
 
Çat duvara çarpıyor pencere. Kalkıyorum uzandığım yerden.
Annemin ağzının suyunu silip sırtındaki yastığı başına doğru çekiyorum.
Saatler sonra odasının kapısı, duvar. Evi gezmiş belli ki.
Üzerimi örtmemiş, ama gezmiş evi. Eminim.
Sonra, elinde kitap uykuya dalmış. Okuduklarından ne anlıyor acaba?
 
Ara ara hatırladıkları olacak, dedi doktorlar.
Onca hatıra arasında en azından bir defalığına, ben de olsam.
 
Beni hep çileden çıkaran dağınıklığa takılıyor gözüm. Dergiler, kitaplar, kirli çamaşırlar tüm eve savrulmuş. Her biri bir yerde. Kova dolu, ovalaya ovalaya…
 
Çelimsiz sesim bir Neşet Ertaş türküsüyle beni bana anlatıyor. Hızla gelen sabaha dertleniyorum, “her yer her yerde” diye bağırsa keşke. Sabah, cevapsız.
 
Neyse, onu kitaplarla görmek çok güzel. Bugün dokunabileceğim üstelik, ellerinden tutabileceğim.
 
- Hanım sultan… Kahvaltı hazır, sucuklu yumurta da yaptım.
- Sucuk.
- A, acılı istersin ya hep.
- Su-cuk…
- Mutfak seni bekler.
 
Cam fincanıyla yudumluyor çayını. Sırtındaki hırkayı da pek sever, bana hamileyken örmüş. Yeşilin bu tonuna bayılıyorum, der hep. Her sabah atıyorum omzuna.
Öyle iştahlı yiyor ki onu böyle izlemenin tarifi yok.
 
- Seni bugün dışarıya çıkarayım mı?
 
Başıyla olur, diyor.
 
Telaşa yer yok, tekerlekli sandalyesi çoktan hazır. Bozulacak kahvaltılıkları buzdolabına koyup bulaşıklar ortada, çıkıyoruz evden. O kadar uzun zaman oldu ki şehre karışmayalı, vazgeçmesin diye, hızla.
Kalabalığa girmek istemiyor, bu kez ben de inatçıyım.
Ne yapayım, her yer böyle be anne, diye diye karışıyoruz insanların arasına.
Sokağın sonunda mobilya mağazasına varıyoruz. Bilerek yönelmedim buraya, öyle, kendiliğinden.  Görevliye kocaman bir kitaplık almak istediğimizi söylüyorum.
 
Yüzündeki katılık bir anlığına kayboluveriyor.
- Cam kapaklı olsun bari…
Allah’ım, sevinçten havaya uçuyorum.
 
Sadece baş selamına izin verdiğimiz komşularımız görseler bu halimizi.
Kaldırımların tıkırtısı akıyor sırtımızdan, koşa koşa açıyorum kapıyı.
 
- Epey boş yer kalacak, bir rafını Gülten Akın’a ayıralım mı Anne?
Sandalyesine takılmış hırkası, çekiştirip duruyor.
 
Gözlerindeki gülümseme, hangi ara kayboldu.
Bağırıyor, bağırıyor… Dokunmak, gene yasak.
 
En yakın mesafem ayak uçları.
Seriliyorum olduğum yere.
 
Havaya karışıp yakınlaşan nefeslerimiz, sonsuz bir ırmağa akıyor.
Ayaklarının dibinde küçülüyor da küçülüyor, doğduğum güne dönüyorum.
Kırgınlığım, öfkem, yaşayamadığım her şey dökülüyor gözlerimden.
 
Olmayan kâğıda,
 “Gülten abla, annemin kara saçlarını ben kestim” yazıyorum.
Gözlerimi kapatıyorum, neler olduğunun soran bir sürü insan beliriyor etrafımda.
Bütün bunlar kötü bir masal.
 
-Anne bağırma. Anne… Bağırınca bitmiyor masallar.

____________________________


 “Her Yer Her Yerde” öykü kategorisinde 1. /  Yaşar Üniversitesi / 2022